8 Eylül 2015 Salı

Oh My Ghost Kore Dizisi Tanıtım: İzlemeyen Çok Şey Kaybeder


Selam! 2015 yapımı bir diziyle karşınızdayım.

Oh My Ghost; sadece başrolleri değil tüm yan karakterleri de ayrı ayrı sevip benimsediğim bir dizi oldu. Bundan dolayı sanırım; dizi bitince şöyle şurama bir öküz oturdu. Sanki uzun süredir yanımda kalan yakın arkadaşlarımdan ayrılmışım gibi.. Kore dizisi sevenler ne kastettiğimi anlamışlardır. Herkesin birkaç dizisi vardır böyle dizi bittiğinde boşluğa düştüğü. Öyle değil mi?

Konusundan ve oyuncularından bahsedecek olursak;

Bakire bir kız olan Shin Soon Ae’nin ruhu öldükten sonra bakire kiniyle Dünyada kalıp hayalet olarak yaşamaya başlamıştır. Bu hayaletin birkaç ay içinde kin sorununu çözüp gökyüzüne yükselmesi lazımdır yoksa insanları ele geçirip kötü şeyler yaptıran kötü bir ruha dönüşecektir.

Shin Soon Ae 


Bir başka kızımız olan Na Bong Son, hayaletleri görüyordur. Geceleri hayaletler yüzünden uyuyamadığı için gündüzleri çalıştığı restoranda uyuyakalıp soruna neden oluyor ve hoşlandığı adam olan Şef’ten azar yiyordur. İçine kapanık, sürekli özür dileyen bir kişiliği vardır.



Başrol erkeğimiz Şef’in; insanlara sert davranan ama bunun altında aslında etrafındaki kişilerle derinden ilgilenen bir kişiliği vardır. Kore’nin en ünlü şeflerinden birisidir. Ortaokulda baskı gördüğü ve arkadaşlarından sürekli özür dileyen bir tip olduğu için, eski haline benzettiği Na Bong Son’u böyle görmek onu sinirlendiriyordur.



Bir gün Şef’in sinirlenip Na Bong Son’a mutfağa ait değilsen buradan ayrıl demesiyle işi bırakan Na Bong Son, etrafta üzgün üzgün dolaşırken o sırada bir Şamandan kaçmakta olan hayalet Shin Soon Ae saklanmak için onun içine girer. Fakat vücutla frekansları tam uyuşur. İstese de bu vücuttan yeniden çıkamaz. Bir süreliğine Na Bong Son gibi yaşamaya başlar ve işe geri döner. Böylece Na Bong Son, Shin Soon Ae ve Şef’in kaderi başlamıştır.

Buradan sonrası SPOİLER içerebilir.

Shin Soon Ae’nin eğlenceli kişiliği dizi boyunca beni benden aldı. Özellikle bir 7-8. bölümlere kadar diziyi Shin Soon Ae götürdü diyebilirim. Kızın içine girsin hiç çıkmasın istedim. Çünkü Na Bong Son ne zaman gelse işler sarpa sarıyordu. Tabii sonra kişiliğinin düzelmesiyle ona da ısınmadım değil. Yine de Shin Soon Ae JJang! : )

Şepp… “Bir erkek bu kadar güzel sevebilir” dedirten bir adamdı. Shin Soon Ae üstüne saldırdığı zaman davranışları çok komikti. Utanmaları filan çok şekerdi.

Sonra mutfak tayfası çok şamatalı kahkahalı sahneler sundu bize.

Şu Sos Şefi biraz sinirimi bozuyordu gerçi. Sinir bozucu davranmasının nedeni olarak yalnızlığını, lisede baskı görmesini filan bahane eden flashbackler  geçtiler ama ben ısınamadım yine de. Valla üzülemedim de ne yalan söyleyeyim. Sos Şefini sevdiğim tek yer; son bölümde Na Bong Son gelince “Ya! Na Bong Son! Seni bir daha görürsem bi güzel… sarılacaktım” deyip sarılması sonra grupça dönmeleri filan. Aigooo çok tatlılar çok.



Joon’u sevmeyen yoktur sanırım aramızda? Uzun boyu,  güzel yüzü, muhteşem kişiliğiyle gönlümüze taht kurdu valla. Genelde ikinci adam ve kadınların girdiği “ya benim ol ya kara toprağın” psikolojisine girmeyip çiftimizin başına çorap örmediği için ayrı bi sevdim.

Şef’in annesi kimi yerde planlarımıza ters işler yapıp sinirimizi bozsa da renkli bir kişilikti. Şamanla olan sahneleri sıkmadan izlettirdi. Ablası da çok güzeldi. Taktığı takılar, tokalar filan çok zarifti. Kadın kendi de çok zarif zaten. Tekerlekli sandalyede otururken bile o balerin aurasını sezebiliyorsun. Çoğu yerde “Ahh şu kadının başına bu gelmeseydi kim bilir ne kadar parlak bir geleceği olurdu?” diye düşündüm. –Burada da yazarın dizideki karakterlerle nasıl bağdaştığını görüyorsunuz. Hikayedeki karakter gerçekmiş gibi geleceğinin parlaklığını düşünüyor.-

Kısaca Oh My Ghost;
Oyuncuları ve yansıttıkları samimiyetle insanı kendine bağlayan bir diziydi. Hikayenin sonunu görebildiğiniz; ama küçük ayrıntılar ve o ayrıntılarda gizli mutluluklar için bir sonraki bölüme geçmeyi hevesle beklediğiniz bir dizi. Bol bol kahkaha attıran bir dizi.


İzleyin be yaa : )

6 Eylül 2015 Pazar

Angel'in Amerika Gezi Yazısı



Kendimi hep birçok işi aynı anda yapabilen çok yönlü biri sanmıştım ama son zamanlarda öyle olmadığımı fark etmeye başladım sanırım. Hani derler ya tıp seçmeden önce: ‘Tüm hayatınız okul olmayacak merak etmeyin başka sosyal faaliyetlere de vakit bulabilen tıpçılar var.  Bu biraz kişiliğinizle alakalı bir durum.’ diye. Bu yıl anladım ki gayet de tek yönlü bir kişiliğim varmış.. Daha doğrusu hiç yönsüz? Yani diyorum ki tıp okuyacağım diye kemanımı, blogumu, okuma kitaplarımı, Koreceyi, İngilizceyi ve daha nicelerini terk ettim de o tıpı da doğru düzgün okuyamadım. Komiteden önceki ‘son 2 hafta’ları eve kapanıp çalışarak geçirdim de sınıfı öyle geçtim. Velhasılıkelam terk ettiğim blogum nice zamandır yüreğime ağırlık yapsa da dopdolu görünen boş bir yıl geçirmiş olmam nedeniyle yazacak tek satırlık konu da bulamadım. Ama neyse ki yaz tatili yine güzel gezilerle ve kendimi geliştirebileceğim bol zamanla geldi; hatta geçiyor. Bu blogu açma nedenlerimden biri de yaşadığım güzel anıları, gezdiğim güzel yerleri sadece hafızamın tozlu raflarına değil; hiç tozlanmayacak, unutulmayacak, eskimeyecek şekilde bu bloga da kaydetmekti. Ne kadar blogum bana küsmüş olsa da, bu yazıya başlamakta bile zorlanmış olsam da; bu yaz yaptığım Amerika gezimi yazmazsam, anılarım eskimeye yüz tuttuğunda yazmadığım için pişman olacağımı biliyorum. O yüzdeen bir Amerika gezi yazısıyla karşınızdayım :)

Öncelikle belirtmeliyim ki Amerika Birleşik Devletleri oldukça büyük bir ülke bildiğiniz gibi ve birçok gezilmesi görülmesi gereken yeri var bunun yanında bizim kısıtlı zamanımız var. 2 hafta kadar, oldukça kısıtlı bir zaman.. New York, Amerika’nın bir ucu ve Los Angeles ise diğer ucu. Bu iki uç arası uçakla bile 5 saat kadar. O yüzden LA tarafına hiç geçemedik. Dolayısıyla bu yazıda Amerika’nın doğu yakası yani New York ve çevresindeki eyaletler anlatılacak.

Ailecek gideceğimiz bu gezi için yaptığımız ilk şey vize çıkarmak oldu. Vize işlemleri ,hele ki Amerika vizesiyse, insanı hayattan soğutacak kadar antik kuntik belgeler gerektiren ve uğraştıran işlemler. 6 kişilik bir aile olarak bununla başa çıkamayacağımız için şirket yardımı aldık. -Bu şirketlerin isimleri tam olarak ne diye geçiyor bilmiyorum ama belirli bir miktar  karşılığı vize almanın her adımında yardımcı olan bu işte uzman şirketler var.- Vize,  üzerine işlendiği pasaport süresince geçerli olduğu için vize çıkarmadan önce 1 yılı kalmış olan pasaportlarımızı da tekrardan 10 yıllık uzattık. (18 yaş altı ise en fazla 5 yıllık uzatılabiliyor yani kardeşlerim 5 yıllık uzattı) Belgeleri tamamladıktan ve vize başvurusunu yaptıktan sonra belgelerimiz eşliğinde 15 yaşın üstünde olan bireylerle Amerikan konsolosluğunun verdiği görüşme tarihinde görüşme için Ankara’daki Amerikan konsolosluğuna gittik. Görüşme saatimiz 13.00’dı ama saat 13.00 olmuş iken daha 12.00’daki görüşmeler yeni içeri alınıyordu. Ve biz bekleyenler; konsolosluğun dışında, güneşin altında kavrularak bekliyorduk. Sıra aşırı uzundu. Sırada beklerken tabii ki Türklüğün gereği olarak önümüzdeki arkamızdakiyle konuşup yeni bilgiler de öğrendik. Bu bilgiler arasında neler yoktu neler;

Meğerse İstanbul Amerikan Konsolosluğundaki sistem mi çökmüş ne İstanbulluların ve hatta Marmara Bölgesinin de hepsi vize için Ankara’ya geliyormuş, bu kalabalık ondanmış.

Vize verilirken daha çok ‘Amerikan ekonomisine katkı sağlayacak mı, gezmesini yapıp ülkesine geri dönecek mi, onu buraya bağlayan bir şeyi var mı yoksa bizim ülkemize yapışıp kalacak mı’ gibi endişelerle ekonomik duruma ve devam eden öğrenim durumu belgelerine filan bakıyorlarmış ama bazen çok zenginlere vize vermezken orta halli ailelere gayet de verebiliyorlarmış. Yani aslında tam olarak neye göre verdikleri de bir muamma. Mesela sırada bizim önümüzde bir aile vardı, büyük kızları Amerika’da college’da okuyormuş; diğer kızları yine ismini vermeyeyim Türkiye’nin en pahalı özel üniversitelerinden birinde. Maddi durumları da oldukça yerinde ama 3 seferdir başvuruyorlarmış ve vize verilmiyormuş. Yine başvurmaya gelmişler ama görüşmeden sonra göremedim bilmiyorum aldılar mı alamadılar mı.. Bir de şunu duydum ki bir kere reddedilince sonraki başvuruların da genelde reddediliyormuş. Bu yüzden ilk başvuru çok önemli.

Neyse işte 13.00’daki görüşme için 14.30 gibi içeriye alınırken elektronik eşya, sırt çantası gibi şeylerimizin yanımızda olmaması gerekiyordu. Amerikan konsolosluğundaki bomba patlamasından sonra daha dikkat eder olmuşlar. Bu yüzden eşyaları babama bıraktık. Onun zaten vizesi olduğu için dışarıda eşyalarımızla bizi bekleyecekti. Konsoloslukta emanet yeri  olmadığı için yanında eşyalarını bırakabileceği kimsesi olmayanlar oradaki hiç tanımadıkları kişilerden rica etmek zorunda kaldılar. O yüzden vize başvurusuna gelirken yanınızda birini bulundurmak aklınızda olsun.

İçeri girerken üst taraması yaptılar ve belgelerle pasaportları dahi cihazla aradılar. Aile başvurusu yaptığımız için tümümüze bir tane sıra numarası verdiler. Danışmada bazı belgeleri ve pasaportları aldılar. Diğer belgeler elimizde kaldı eğer görüşmede sorarlarsa gösterecektik. (Görüşmede de sormadılar ve o bir tomar belgeyi boşu boşuna çıkartmış olduk iyi mi -.-) İçeri geçince gelen sırayı gösteren ekranların önündeki sandalyelere oturup sıramızı beklemeye başladık. Orada da baya bekledikten sonra sıramız geldi ve sayımızla beraber parmak izi alma kabininin önüne gittik. Sırayla parmak izlerimiz alındı ve görüşme için yeni sıra numarası verildi. Gittik yine oturduk. Bu sefer fazla beklemeden numaramız ekranda yandı ve görüşme kabininin önüne gittik. Ben böyle bizi bir odaya alacaklar, jüri gibi bir şeyin karşısına çıkacağız, bize sorular soracaklar filan gibi beklerken; sadece camın arkasından bir adamın belgelere bakıp bize doğru düzgün soru bile sormadan onayladığını görünce şok oldum. Sadece belgelere baktı ve anneme işini sordu bize daha önce hangi ülkelere gittiğimizi. Onları da böyle sanki o belgelere bakarken biz de sap gibi durmayalım diye sohbet açıyormuş gibi sordu. Ve sonra vize başvurunuz kabul edildi gidebilirsiniz dedi. Bu kadar. O kadar sırayı bunun için mi bekledik diye üzülmedim değil.

Vize başvurusu yaptıktan sonra pasaportlar 3-5 gün içerisinde vizesi işlenmiş bir şekilde adrese ulaşıyor normalde ama bizimkinde araya bayram girdiği için biraz gecikti. Vizelerimiz elimize geçer geçmez uçak biletlerimizi de aldık vee gitme hazırlıklarına başladık.

Ankara’dan İstanbul’a, İstanbul’dan New York JFK Havalimanına yolculuğumuz Ankara aktarması, gümrükler, pasaport kontrolleri, uçak rötarları vesaire ile 20 saate yaklaştı. Normalde direk İstanbul-NY gidişi havada geçirdiğin saat 11 saat civarı.

JFK Havalimanından çıktığımızda havanın kararmış olmasıyla ve bizdeki yorgunlukla kalacağımız yere (babamın bir ahbabının ayarladığı bir misafirhane) gider gitmez kendimizi yatağa attık ve ertesi sabaha kadar mışıl mışıl uyuyunca saat farkından hiç etkilenmedik.

Ertesi günden itibaren babamın arkadaşının 7 kişilik aile arabası ve bize yaptığı gezi rehberliği ile New York’u gezdik.

NEW YORK



New York Eyaleti hakkında genel bir görüş belirtmem gerekirse Amerika’nın İstanbul’u denilen bir eyalet. Kapladığı alana göre nüfusu fazla, birçok ırkın beraber yaşadığı kozmopolit bir eyalet. Sokaklarda dastar takan Sihler olsun, başörtü takan Müslümanlar olsun, üstünde hiçbir şey olmadan vücut boyamayla kıyafet yapanlar olsun; her türden insan bulunur ve kimse onlara garip bakışlar atmaz.

NEW YORK’TA GEZDİĞİMİZ YERLER

BROOKLYN

New York Eyaletinin 5 bölgesinden birisidir. Bizim kaldığımız misafirhane de buradaydı. Mahalleden mahalleye değişen bir gelir seviyesiyle her tür insanın oturduğu bir bölgedir. Çok zenginlerin oturduğu kıyıya yakın villalı evlerin olduğu kısımlar da varken hemen birkaç sokak ötede evsizlerin yaşadığı çöp evleri ya da zenci mahallelerini görebilirsiniz. Bunlar dışında farklı milletlerin topluca oturmasıyla oluşmuş milletlerle anılan mahalleler de vardır. Arabayla gezerken bir sokaktan diğerine geçtiğinizde değişen insan popülasyonunda hangi milletin sokağına girdiğinizi anlayabilirsiniz. Hint Mahallesine girdiğinizde sarıklı adamlar, Yahudi Mahallesine girdiğinizde perçemlerini uzatmış başına kipa takmış Yahudi erkekler ve peruk takan, dizi dizi çocuklarını sokakta gezdiren orta yaşlı teyzeler, yaz olmasına rağmen uzun kollu giyinen Yahudi genç kızlarını görebilirsiniz. Ha bu mahalleler sadece onların o bölgede daha yoğun yaşamasıyla halk arasında söylenen isimler; yoksa hepsinin bilmemkaçıncı cadde falan diye resmi isimleri var. Ve bu mahallelerde onlardan olmayan insanlar da oturuyor. Mesela New York’ta iken 2 kez evine yemeğe gittiğimiz babamın bir ahbabı Türktü, Müslümandı ve ailesiyle Yahudi Mahallesinde yaşıyordu. O yüzden Yahudi Mahallesi hakkında oldukça çok şey biliyorum : ) Şunu söyleyebilirim ki Müslüman bir ailenin Amerika’da dinini en rahat yaşayabileceği yerler Yahudilerin olduğu yerler. Çünkü yeme içme olsun, giyinme olsun, helal haram olsun bizim gibi çok dikkat ediyorlar. Amerika’da helalliğine en çok güvenebileceğin yiyecekler, Yahudi firmaları tarafından tescillenmiş olanlar. Domuz eti yemiyorlar, alkol tüketmiyorlar, hatta yedikleri etlerin Allah adına kesilmiş olması gerekiyor (Hani bizde Besmeleyle kesme olayı var ya, aslında aynı şey. Zaten Besmele; Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla anlamına gelmiyor mu.. )



Üstteki resim; Brooklyn Downtown’dan Manhatten manzarası. Arka tarafında ise zengin kesimin yaşadığı binalar var.

En küçüğünden bir dairenin kirası ayda 1500 $ civarıymış


İnsanlar buraya çocuklarını, köpeklerini gezdirmeye ya da temiz hava alıp kitap okumaya geliyorlar. Turistlerin de manzarası için tercih ettiği mekanlardan. Karşıda Manhatten’ın uzun binaları görünüyor ve yan tarafta Brooklyn’i Manhatten’a bağlayan Brooklyn Bridge.


Çocukları toplayıp gezdirmeye çıkarmış bakıcılar.




BROOKLYN EMMONS AVE




Bu cadde kıyı kenarında uzanıp üzerinde birçok cafe, restoran bulunduruyor. Bir yandan çayınızı yudumlarken bir yandan mavinin derinliklerini izlemek insana huzur veriyor. Biz New York’ta kaldığımız günlerin birçoğunda buraya gelip sabah kahvaltımızı yapıp güne başladık..

MASAL KAFE



Sabah kahvaltılarımızı Türk Usulü yaptığımız Emmons Avenue’deki kafe burası. Türk kafesi olduğu için damak tadımıza uygun şeyler bulabilmemizin yanı sıra güzel ortamıyla da günlerimize güzel başlamamızı sağladı.

DUNKİN DONUTS




İsmini duymuşsunuzdur mutlaka bu fast food zincirinin. En basitinden, Kore dizilerinin sonunda sponsorlar arasında görüyoruz :  ) Bunu Brooklyn bölgesinin altında yazmama bakmayın her köşe başında bulunan Amerika’da en çok göreceğiniz yiyecek markası. 24 saat açık olması ve insanlara koşuşturmanın içinde hızlı bir şekilde karınlarını doyurma fırsatı vermesiyle iyi iş yapıyor. Biz de Masal Kafe’de veya babamın arkadaşlarından birinin evinde yapmadığımız kahvaltılarımızı genelde burada yaparak güne başladık. Bir bardak soğuk kahve ve ağzının tadına göre bir donut ya da bagel ile. Amerikan tarzı kahvaltı.

MANHATTEN

İşte asıl New York City dedikleri yer. O resimlerde, filmlerde gördüğümüz uzun uzun binalar filan hep burada. Burada daha çok iş yerleri, üniversiteler, müzeler ve turistik simgeler yer alıyor. ABD’nin en çok iş merkezini barındıran bölgesiymiş. New York’un önemli yerleri olan Empire State, Times Square, Central Park, Bryant Park, New York Halk Kütüphanesi, 42. Cadde, saldırıdan önce ikiz kuleler; şimdi onun yerine yapılan anıt filan hep burada. Ayrıca Amerika’nın doğu yakasında sokakta yürürken bir ünlüyle karşılaşma ihtimalinizin en fazla olduğu yerdir. Arabayla girilebilecek yerler sınırlıdır ve trafik çok fena olduğu için bölgeye daha çok toplu taşıma araçlarıyla ulaşılmaktadır. Metro ağı 100 yıl önce yapılmış olmasına rağmen oldukça kapsamlıdır. Bir asır önce yapıldığını düşünürsek fazlasıyla döküntü olması bir sorun teşkil etmeyecek, hatta hala çalışıyor olmasına şaşırıp kalacağızdır. Ve tabii Türkiyeye dönünce Ankara metrosu gözümüze son model görünecektir. : )

TİMES SQUARE





Manhatten’ın ünlü meydanıdır. Neon ışıklı reklamları, dev ekran panoları ve kırmızı merdivenleriyle bilinen meydandır. Meydanda zaman zaman eylemler, yürüyüşler, sokak gösterileri yapılır. Etrafa yayılmış sandalye – masalarda oturup ihtişamlı binalara ve panolara bakarak ya da insanları izleyerek vakit öldürebileceğiniz yerdir.

Times Square’de yapabileceğiniz bir başka şey ise birkaç saniyeliğine ünlü olmaktır. Nasıl mı? Times Square’nin en büyük panolarından birine sahip olan American Eagle markası sayesinde. Meydandaki American Eagle Mağazasına gidip bir şey alın. Fişinizi alt kattaki görevliye gösterip panoya çıkmak istediğinizi söyleyin. Fotoğrafınızı çektirip isminizi verin. Birkaç dakika içerisinde dışarıdaki American Eagle Panosunda ’15 seconds fame’ etiketi ile isminizle resminiz çıksın ve tüm Times Meydanı’nın gördüğü bir ünlü olun! Üstelik gün bitimine kadar resminiz belirli aralıklarla yeniden gösterilsin : )
Hahah böyle yazınca bir reklam paragrafı gibi oldu : ) Ama gerçekten tavsiye ettiğim bir şey. Başka nerede böyle bir fırsat bulabilirsiniz ki?

işte bu kocaman ekran


BRYANT PARK



Manhatten’ın uzun uzun binalarının arasından çıkıvermiş bir park. Yıl içinde etraftaki iş yerlerinden yemek veya dinlenme molası verenlerle; özellikle öğle saatlerinde oldukça dolu oluyormuş. Yaz döneminde ise sıcaktan bunalmış insanların bir ağacın altında esintiye karşı oturup serinleyebileceği, bacaklarını uzatıp kitabını okuyabileceği bir dinlenme yeri. Akşamları ortasındaki alanda açık hava sineması kuruluyormuş. Bize nasip olmadı izlemek ama müthiş bir atmosfer olduğuna bahse girerim.

NEW YORK HALK KÜTÜPHANESİ




Mimari yapısıyla dikkat çeken bu kütüphane Bryant Park’ın hemen yanında yer alıyor. Hatta Bryant Park’ı Kütüphane’nin bahçesi diye betimleyenler varmış. Ama size bir şey söyleyeyim mi ben şu aşağıdaki 3-5 kitaptan başka kitap görmedim. Kütüphane değil müze misali.




Kütüphaneye giriş ücretsiz. Girince ilk olarak giriş katındaki yine ücretsiz olan sergiler dikkati çekiyor. Tam girişin karşısındaki büyük salonda ve sol taraftaki daha küçükçe odada. Sergiler dönem dönem değişiyor. Bizim gittiğimiz dönem bir sergi Fotoğrafçılıkla diğeri Amerika Birleşik Devletleri ordusuyla alakalıydı. Sergileri gezdikten sonra girişin sağ tarafındaki büyük mermer merdivenlerden üst kata çıktık. Orada ortada, yukarıda resmini koyduğum birkaç raf kitap vardı. Yine üst katta duvarlarında tablolar olan büyükçe bir çalışma salonu vardı. Hani bizde genelde ÖSS öğrencilerinin ders çalışmak için işgal ettiği kütüphane bölümü. Burada da varmış. Ama salona girip çıkan onca turist varken nasıl önlerindeki şeye odaklanabiliyorlar anlamadım doğrusu.







Kütüphanenin iç mimarisi de dışı kadar ilgi çekiciydi. Koridorlardaki heykeller, duvarlardaki dev boy resimler turistlerin fotoğraf makineleri için şenlikli görüntüler oluşturuyordu.

Sizce de bu mermer yapı hamamdan çekilmiş bir görüntü gibi değil mi ya :P


CENTRAL PARK



Central Park, bu resimde gördüğümüz o ortadaki yeşil uçsuz bucaksız alan. Bende yukarıdan çekilmiş resmi olmadığı için resmi netten bulup koydum.
Biz vaktimiz kısıtlı olduğu için içerilere kadar gidip çimlere yayılamadık. Şimdi düşününce neden Central Parka daha çok vakit ayırmadık diye hayıflanmıyor değilim.
Kısa Central Park gezimizi parkın girişindeki at arabalarından birini kiralayarak yaptık. At arabası dışında önde oturan bir sürücünün sürdüğü bisikletli faytonumsu şeyler (?) ve direk kendin sürebileceğin bisiklet kiralama yerleri de var.



STATEN ISLAND





Yine New York’ta bulunan 5 bölgeden bir diğeri. New Jersey’e doğru giderken yolda burayı da görmüş olalım diye durup kenarından denize (ya da okyanus veya nehire?) ve lüks villalarına baktığımız yer. Sokaklar New York’un diğer bölgelerinin aksine sakin. Bizi gezdiren amcanın söylediğine göre Dr. Öz’ün burada bir villası varmış.

This is the end of Angel’s New York Adventure :)
Diğer eyaletleri bir sonraki yazımda yazacağım.

Sizin de New York hakkında eklemek istedikleriniz, bana katıldığınız ya da katılmadığınız görüşleriniz varsa yorumlara beklerim :)